MODERNİZMLE OLAN
SERÜVENİMİZ
Günümüzde
birbirini tekrar eden imgelerin bolluğu, sıradanlaşıp, sıkışması, sanatın
tasarımlaşması tartışmaları devam ederken, temsil meselesinin sonuna işaret
eden soyutlama eğiliminin, bir serginin kavramsal içeriğini oluşturması birçok
soruyu beraberinde getiriyor. MOMA’da düzenlenen ‘Soyutun İcadı’ sergisi için
yazdığı katalog metninde Hal Foster “hiçbir şey dünya çapında tarihsel olmayı
iki kez başaramaz”[1]
diyerek soyutun geliştirilecek süregelen bir gelenek olarak değil, sanatçıların
geçmişten yaptıkları bir alıntı olarak günümüz sanatında devam ettiğini vurguluyor.
Geçmiş sanatsal biçimlerin günümüz sanatında ortaya çıkmasına yabancı değiliz. Son
yirmi yıldır, alıntılama sanatı, çağdaş/güncel sanatın[2] içinde yerleşik bir anlatım dili haline
geldi. Hatta artık yasallaştı. Alıntılama sanatını, son otuz yılın sanatı
içinde bir kanon olarak ele alabiliriz. Diğer taraftan, modernizmin formlarını,
popülerleşmiş sembollerini kendine mal ederek kullanma stratejisini neredeyse sıradan
bulabiliriz. Ama yine de henüz tüketilmemiştir ve sürekli olarak farklı
sanatsal jestlerde ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, modernizmin vaad
ettiği ütopyaların yenilgisinin postmodernizm içinde eleştirel olmaktan çok
nostaljik göstergelerle yer alması da sorunludur. Özellikle modernitenin
popüler sembollerini, formlarını kullanmak, eleştirellikten çok onu
onurlandırmak anlamına da gelebilir. Modernitenin parçaları farklı şekillerde
birçok anlatıda karşımıza çıkar. Bütün bu yaklaşımlar modernite ile olan serüvenimizin
devam ettiğinin bir göstergesidir.
İçinde yaşadığımız şu
günlerde Türkiye sanat ortamının büyük bir heyecanla Türkiye’nin modernleşme
hikayelerini gündemine aldığına tanık oluyoruz. Modernite ile sorunlu ilişki
yalnızca bizim coğrafyamızın, kimliklerimizin sorunu değil, dünya sanat
ortamında da bu konuyu tartışan pek çok sergi ve yapıt bulunuyor. Özellikle 2000’li
yılların ikinci yarısından sonra, geçtiğimiz 7-8 senelik süreçte bu modernite
hesaplaşmasının hızı epey artmış durumda.
Türkiye özelinde
baktığımızda modernite ile olan sorunlu ilişkimiz başka birçok dinamiği
içeriyor gibi. Hasan Bülent Kahraman’ın İstanbul Modern’de hala devam etmekte
olan ‘Modernlik? sergisi kataloğunda yer alan ‘Fransa-Türkiye: Modernleşme
Temelinde Bir Etkileşim’ yazısı, bu konu üzerine başka dinamikleri de
düşünmemizin yollarını açıyor. Modernizm ve Batı kültürü ile entegrasyon süreci
söz konusu olduğunda Hasan Bülent Kahraman’ın yazısında vurguladığı, görsel
sanatlar ve edebiyat alanındaki “eksik bilinçlenme” tanımı fazlasıyla önemli
hale geliyor. Günümüz sanat üretimleri düşünüldüğünde, bu eksik bilinçlenme
sorunu ile yüzleşmek yerine onu daha da sorunlu bir biçimde derinleştirerek
modernite kavramı ile yüzeysel bir hesaplaşmaya mı girildiği yoksa onu aşarak
kendine yeni bir dil mi oluşturduğu sorusu akla geliyor. Sanat dünyasında, şu
an, takip edilen, revaçta olan kavramları hızla ele alıp onlara ayak uydurma
çabası –eşzamanlığı yakalama çabası ya da geç kalma korkusu- bazen eksik
çevirileri de beraberinde getiriyor. Böyle bir yaklaşımı, modern olanı, içinde
yaşanılan zaman dilimi içinde artık eskimiş olan referanslarla açıklayan bir
sanat tarihi mirasına sahip oluşumuzda etkiliyor olabilir. Bugün Türkiye
Cumhuriyeti’nin modernleşme serüveniyle girilen hesaplaşmaların ve bazı
algıların hızla tasfiye edilmesinin nedeninin bu olduğuna inanmak istiyorum.
Aksi takdirde “eksik bilinçlenmeyi” bir sorun olarak değil bir yöntem olarak
kabul ettiğimizi düşüneceğim ki bu çok daha travmatik başka gelecek
tasavvurlarını da beraberinde getirecek.
Modernitenin
ideolojik ve teknolojik yaklaşımlarının gündelik hayatımıza yansımaları hala
devam etmekte. 19.yüzyılın sonunda başlayan soyutlama eğilimi, 20. yüzyılda
modernizmin başlıca ifade biçimi olmuş soyut sanat, bu tartışmaları yeniden
düşünmemize olanak tanıyan önemli bir gösterge. Soyutlamaya geçiş resim ve heykelin
temsil meselesinin sonunu ilan etmesidir. Sanatın kendi içine odaklanması
anlamına gelir. Bu bakımdan sanatın soyutlama ile analitik bir gerçeklik
arayışına giriştiğini söylemek yanlış olmaz. Hatta bu arayış kimi zaman betimlemenin
ardına geçilerek, dünyanın temel gerçekliğine ulaşılabileceği yanılgısına kadar
gider. Sanatın analitik gerçeklere doğru ilerleme fikri kadar sezgiselliğin korumasının
da önemi bundan sonraki dönemlerde tekrar kendini gösterir. Soyut sanatın bir
icat mı bir keşif mi olduğu gibi soruları yeniden düşünmemize olanak tanıyan bu
sergi, soyutlama eğiliminin farklı örnekleri çerçevesinde modernizimle olan
serüvenimizi hatırlatıyor.
Özgül
KILINÇARSLAN